Orman yangınları sadece Orman/doğa/doğal kaynaklar meselesi değildir.
Önce topyekün ekosistem bozulması ve ekokırım;
Sonra Ormancılık zararı,
Arkasından Tarım ve Gıda Güvenliği
Ve
Sosyal olarak
Değişen ve dönüşen sosyal/demografik çözülmedir.
Orman yoksa üretim devinimi yoktur.
Hele ki yangınlar yaygın olunca.
Söndürülme kuvvetiniz bilindiği halde yaygın ve eş zamanlı olursa.
Orman-Köy ve Tarım ilişkisi yoğun ve geleneksel olan bizim gibi ülkelerde daha fazla önem arz eder.
Sekizbin civarında orman köyü ve köylüsünün temel geçim kaynağı ormancılık ve hayvancılık ağırlıklı olmak üzere Tarımsal faaliyetlerdir.
Özellikle Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerimizde geleneksel bir kültürün kaynağı bu faaliyetlerdir.
Yörüklük, konar-göçerlik, tahtacılık ve yaylacılık gibi.
Bunlar basit bir sosyokültürel birikim değildir.
Ortaasya’dan getirilen Türk kültürüdür.
Doğayla barışık, doğayla tek yönlü olmayan bir alışveriş ilişkisidir.
Doğa yaşarsa yaşarız anlayışının vücut bulmuş halidir.
Şimdi bu şekilde makro düzeyde baktığınızda durumun sadece yangın ve yanan ağaçlarla ilgili işlevsel bir sorun olmadığını görürsünüz.
Yaygın orman yangınları bir ekosistem felaketidir ve sonuçta gıdanıza göz diker.
Doğa, toprak ve yaşam biyolojik bir döngüdür.
Bu döngü homoestat yani yaşama dengesine geldiği zaman artık bir ekosistem oluşmuştur.
Ekosistem, üç beş ağaç dikme, bir milyon ağaçlandırma yapmak falan da değildir.
Ekosistem aslında Ankara’dır, New York’tur, Berlin’dir.
Yani özgün ve özel canlı, dinamik, saliselerde bile yaşayan bir biyolojik, kimyasal, fiziksel, sosyal döngüdür.
Kaldı ki; Anadolu ormanları en az 200 bin yıl ve dahi milyonlarca yıl ötesinden beri vardır.
İnsan’ın homo sapiens ya da Avrupa-Anadolu eksenli Homo Neanderthal’ler yokken bile vardır.
Ve çoğu iğne yapraklı, Çam ve Kızılağaç ormanlarıdır.
Doğa’nın Anadolu’ya biçtiği rol ve plantasyon çeşitliliği budur.
Kirli ve yersiz ve yetersiz bilgilerle yaratılan bahane ve gerekçeler belki öfkeyi bastırma ya da bahaneye mektup yazma şeklinde rahatlatıcı bir şey sanılabilir.
Ama işin aslı ne öfke ile ne de bahaneler üreterek çözülemez.
Çözüm, söndürmek değil yakılmasını önlemektir.
Söndürmeye gerek kalmaması, ya da en az gerek kalmasıdır.
Tıpkı suç işlenmeden, o bomba oraya konulmadan felaketin önlenmesi gibi.
İşte bu noktayı bulmak için ise hep söylediğim gibi siyasi ve magazinel konfor alanlarından çıkıp, kavramlarla ve neden ve sonuçlarla birlikte haşır neşir olmak gerekir.
Önce bir şeyi dosdoğru yerine oturmamız gerekiyor.
Orman ve Ormancılık.
Orman bir ekosistem; doğa, yani doğal kaynak varlığı,
Ormancılık ise tarımsal bir faaliyet.
Şunun gibi: Vatan toprağı bir ulus’un birlikte üzerinde hakimiyet kurduğu bir çoklu ekosistemdir.
Ancak o toprağın arazisi tarımsal varlık, tarımsal faaliyettir.
Üzerinde ister üretim olsun ister olmasın.
Zaman ve koşullar ve hatta Cumhuriyetin erken dönem (ve hatta orta dönem) koşulları ve ekonomik dayatmaları köy, köylü, tarım, orman-cılık konusunu oldukça önemsemiş ve bunları pamuklara saracak şekilde kurumsallaştırmıştır.
Hatta çevre ve doğa neredeyse orman ile özdeş olmuştur.
Hatta özdeş kavramlar olarak algılanmıştır.
Ancak özellikle neoliberal açlık ve tüketim toplumu yapısı önce orman ürünlerini, sonra orman arazilerini, sonra ormanın su, organik toprak ve maddeleri vb kaynaklarını tüketmeye başlayınca makro düzeyde (Orman Genel Müdürlüğü olarak) düzenlenmiş kurumsal yapı kendisini bu akıntıdan kurtaramamıştır.
Arkasından gelen madencilik hoyratlığı,
Büyükşehir yasası ile orman köylerinin vitrini, hatta omuzunu dayadığı köyler de mahalle olunca işler iyice sarpa sarmaya başlamıştır.
Ve belki de en içinden çıkılmaz olanı, ormanın doğal bir kaynak olma anlayışından ekonomik bir kaynak olma anlayışına evrilmesi, buna bağlı olarak da olanların kadercilikle bastırılması.
Tüm bunlara uyum sağlayamayan, sağlaması da beklenmemesi gereken Orman Genel Müdürlüğü.
Görünüşte Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı.
Aslında bizim dilimize orman diye biçimsel olarak çevrilmesine rağmen Tarım ve Ormancılık Bakanlığı.
Ancak tıpkı DSİ gibi kendi içinde organize olan, bağımsız bütçesi, diğer genel müdürlüklerle organizasyonel bağ ve bağlantısı (bürokratik olarak) olmayan ülkemizin silah taşıma yetkisi dahi olan nadide bir kurumu.
Hal böyle olunca o nadide kurumun nadide güllerinin solmaması, hatta güllerin en seçkin güller olması gerekirken, maalesef sadece tek tip kıyafetli pardon tek tip renkli açan güllerle olmayacağı kadıya bile ayan olmuştur.
Oysa durum oldukça net ki;
Ormancılık üretim-tüketim-envanter ve takip gibi ana başlıkları içerirken,
Koruma ve Önleme; ağırlıkla bir güvenlik, üretime-tüketime ve kullanmaya direnç-muhafaza davranışıdır.
Geldiğimiz noktada hemen birçok kurum ve konumda olduğu gibi bu kavramsal sorunu çözmek zorundayız.
Hem sanık hem avukat hem savcı hem hâkim, hatta zaman zaman hem de tanık aynı kişi-kurum olamaz.
Sürekli tartışarak ya da Orman Genel Müdürlüğü ile Ormancılık Genel Müdürlüğü farkını anlamadan;
Orman Koruma ve Önleme Hizmetlerini ayrıca özgün ve çağın gereklerine göre ilgili bakanlık içinde oluşturmadan bu işler düzelmez.
Düzelme yoluna girmez.
Gül’leri de unutmadan!
Sorumluluk kimde tartışılır durur.
Sorumluluk Ormancılık yani üretim Genel Müdürlüğü olan Orman/cılık Genel Müdürlüğünde.
Hani şimdi çıkıp bu politika önermemize karşı şunu diyen çıkabilir:
O zaman Çevre ve Şehircilik bir arada ne alaka diye?
Ben de ya kavramları kavrayamama ya da basbayağı bildiğiniz kelalaka derim.
Bütün bunlar seçimler öncesi hem ortak metinlerde hem de bazı partilerin politika metinlerinde açıkça yazıyor.
Ama kim okuyacak ki?
Veryansın! diye bir metodoloji var.
Şikâyet ve sorun tespiti gibi,
Ve hatta 264 mantık bilimi safsatası içinde ilk 20’de ve ilk başlarda olan “ama sende yapmıştın, ama sende söylemiştin, ama sende, sende…” safsatasından algı gücü yüksek hangi konfor alanı var ki?
Veryansın konfor alanı…
Siyasetin ve hepimizin.